İngilizce… O dokuz harfli kapı, önümüzde duran, geçmeyi başaramadıkça devasa bir duvar gibi yükselen. İlkokul sıralarından üniversite kürsülerine kadar birçok öğrenci, bu dili öğrenmek için mücadele veriyor. Ancak ne yazık ki, yıllarca ders alanların büyük bir kısmı hala ne düzgün konuşabiliyor ne de yazabiliyor. Peki, bu başarısızlık neden bu kadar yaygın?
Küçüklüğümüzden beri, başarısızlık korkusuyla büyüdük. Her yanlış cevapta, her hatalı cümlede üzerimize bir damga gibi yapıştı bu korku. Başarısızlık, hayatımızda öyle bir yer edindi ki, her adımda kendimizi geri çekmek zorunda hissettik. Zamanla, dil öğreniminde karşılaşılan en ufak bir engel, çoğu kişi için devam etme isteğini köreltir bir hal aldı. Doğru cümleyi kuramadığınızda, arkadaşlarınız size güldüğünde ya da sadece o an gözünüze çok karışık gelen kavramlar yüzünden durdunuz, gözlerinizi kapatıp geçtiniz. Bunun temel sebebi, başarısızlık korkusunun, başarıya ulaşma ihtimalinden daha ağır basması olduğunu düşünmediniz. Potansiyel bir başarısızlık ihtimalı, eşit derecede potansiyel bir başarı ihtimalinden çok daha büyük geldi gözünüze ve belirsizlik kazandı. Size hiçbir getirisi olmadığı gibi ihtimallerin içinde bırakan belirsizlik.
İçinde bulunduğumuz sistemin de bu mekanizmayı tetikler nitelikte olduğunu unutmamak gerek. Ortaokul ve lise yıllarında, edindiğimiz bilgiler çoğu zaman havada kalıyor. Gerçek hayatta kullanmadığımız, çoğunlukla gramer kurallarına dayalı bir eğitim sistemi içerisinde boğuluyoruz. Eğitimin bizlere sunduğu bu değerli bilgiler, sonunda birer hatıra olarak kalıyor; zira pratikten yoksun bir öğrenme şekli, bizi dili anlamaya ve kullanmaya yönlendirmiyor. Bu eğitim süreci, yetişkinliğe adım atarken, bir engel gibi karşımızda duruyor. İşe yaramayan bilgiler, hayat telaşında rafa kalkarken, o dil kutusu açılmadan kapalı kalıyor.
Zorlandığımızda vaz geçmek kolaydır; çünkü hata yapmanın acısı, başarıya ulaşmanın sevincinden daha yakın ve daha keskinmiş gibi hissederiz. Başarının sevinci, başarısızlığın ağırlığının yanında hafif kalırmış gibi.
İşte burada durup düşünmeliyiz: Neden? Neden başlamaya bile korkuyoruz? Bilinmeyen bir yola adım atmak, bizi hayal kırıklığının karanlığına düşürecekse, neden o yolu seçelim? Bu yüzden çoğu zaman güvenli olanı, yani hiç denememeyi tercih ederiz. Oysa unutuyoruz ki, gerçek başarısızlık, en baştan denemekten vazgeçmektir.
Dil öğrenimi, yalnızca bir beceri kazanımı değildir; aynı zamanda insanın kendisiyle yaptığı bir savaştır. Kendi korkularıyla, çekinceleriyle yüzleşmesi… Ve işte bu yüzden, her ne kadar önümüzde büyük bir dağ gibi görünse de, o ilk adımı atmak gerekir. Çünkü en büyük cesaret, başarısız olma pahasına yola çıkmaktır.
Unutmayalım, yolun sonunda bizi bekleyen yalnızca bir dil değil, aynı zamanda o dili fetheden bir zihin, bir ruh var. Ve belki de bu yolda düşmek, bize ayağa kalkmanın ne denli güçlü bir eylem olduğunu öğretecektir.